Lucille Jankovics Baş Seherbaz
Mesaj Sayısı : 20 Kayıt tarihi : 24/11/10 Soy : safkan
| Konu: jankovics Çarş. Kas. 24, 2010 5:51 pm | |
| " Metamorfoloji mi? Adı bile yorucu. Girmek istediğine emin misin? Meetaamoorfoolojii. " Günün ilk ışıklarıyla tembel, ciddiyetin zerresini barındırmayan karakteri kendisini belli etmekten çekinmemişti yine. Yine de buna alışık olan arkadaşları duruma itiraz etmek yerine gülüşüp dalga geçmeyi yeğliyorlardı, bu da Claudia'nın tavırlarını düzeltmesi konusunda pek de cesaret verici bir hareket değildi doğrusu. Gerçi bir de genç kızın, kendisini hiçbir zaman ve hiçbir koşulda değiştirmeye yeltenmeyeceği gerçeği vardı tabii, fakat bu küçük bir ayrıntıydı. İksir dersinin ardından ufak bir çarpmayla bile cadının ince kollarında oldukça büyük morluklar bırakabilme kabiliyetine sahip olan kitapları bırakmak için Yatakhaneye çıkmıştı yeniden. Sanki başlı başlarına birer Dalbatak'larmışçasına bu devasa kitaplardan ürküp, onları sandığına fırlattıktan sonra gözlerini kapatıp kendisini yatağına bıraktı. Belki biraz uyuyabilirdi, ya da derse girmeyip oldukça uyuyabilirdi. Nedense şu sıralar zihni hep dersleri ekmekle meşguldü ve bu da genç cadının Seçmen Şapka'nın mantıklı karar verebilme yetisinin ne derece ileri düzeyde olduğunu sorgulamasına neden oluyordu. Belki bir Hufflepuff olabilirdi, ya da Gryffindor, fakat gerçekten uygun muydu şimdiki binasına? Her zaman bir karınca sürüsünü taklit ediyormuşçasına derslikten dersliğe kocaman kitapları ve sayfalar dolusu notlarıyla koşuşturan binadaşlarına bakınca, gerçekten de bir yanlışlığın varlığına inanmaya başlıyordu. Sabah yediği akçaağaç şuruplu pankekler ve yumurtalı ekmeklerin onu akşama kadar idare edeceği düşüncesiyle, Hogsmeade'e sürpriz bir gezi de düzenleyebilirdi pekala. Tek kişilik, özel bir gezi. Çok ayrıcalıklıydı bu. Zihni, yumuşak bir sisle kaplanıyormuşçasına kendisinden uzak görünürken on dakikalık, ayrıcalıklı bir uykuya daldığını belli belirsiz farketmişti.
" Tanrım tanrım tanrım, Luce, neden beni uyandırmadın? Daha Profesörü görmedim ve nasıl biri olduğunu da bilmiyorum ve bu daha ilk ders! Şimdiden rezil olmayı hak edecek ne yaptım? " Kızın iri yeşil gözlerine bakıp nevrotik tarafının ortaya çıkışını biraz olsun gizleme zahmetinde bulunmadan zıplaya zıplaya ayakkabısını giymeye çalışıp aynı anda yatakhaneden çıkmaya uğraşıyordu. Belki biraz sakinleşse, kızın aslında Hufflepuff'ta olduğunu ve saatin çeyrek geçe değil, çeyrek kala olduğunu farkedebilirdi. Ama tamamen süprüntü gibi görünen hali ve hâlâ zıplayarak dersliğe ulaşma azminde olması, onu bu ufak ayrıntıları farketmek yerine hayalet gibi görünen cildi ve gri gözlerinin altındaki kahverengimsi morluklarla ne derece ölü gibi göründüğünü dile getiren öğrencilere laf atmaya ve sonunda giyebildiği ayakkabısıyla koşmaya zorluyordu. Az önce dersi ekme kararı almışken, değişken tavırları sağolsun, şimdi on dakika geciktiğini sanıp kendisini paralıyordu. " Claudia, hey, beni dinle - daha yarım saatin var gerizekalı! " Yarım saat? Ne için? Dersin bitmesine yarım saat olmalıydı, evet. Fakat sonunda zihninde yanıp sönen bir Eureka! yazısını adeta hissederek eflatun parıltılar taşıyan gri gözlerini şaşkınlıkla açtı. " Yani... Yarım saat var. " Bir anda rahatlamasını ortaya koyan uzun bir nefes dudaklarından sıyrılırken elinde olmadan gözlerini kapatıp ne derece nemli ve küçük yosunlarla kaplanmış olmasını önemsemeden taş duvara yaslandı. Luce'un elleri hâlâ Claudia'nın durup kendisini dinlemesini amaçlarkenki pozisyonunda, kızın omuzlarını sıkı sıkıya tutarken elleri gevşedi ve Hufflepuff'lı kız da cadının yanına geçip, duvara yaslandı. " Çok yorucusun, biliyorsun değil mi? " Cevabı elbette ki oldukça bariz olan bu soruya karşılık olarak duyulabilecek tek şey, hafif topuklu babetlerinin kabaca taşlarla döşenmiş yerlerde çıkardı tok seslerdi. Yarım saat boyunca burada dikilmektense Luce'u tutup dersliğe sürüklemeyi tercih ediyordu, her ne kadar kız bu derse girmeyecek olsa da hiç olmazsa ders başlayana kadar konuşabilirlerdi. Birkaç dakika içinde dersliğe girmiş, en önlerdeki tahta sıralardan birinde oturup kıkırdıyorlardı odaya bir panterin kesinlikle etkileme amacı gütmeden girişinden habersiz olarak. Durumu ilk olarak farkeden Lucinda olmuştu, şaşkın bir tavırla ayağa kalkıp kapıya yönelmesinden sonra Claudia da olan bitene göz atma zahmetinde bulundu. Bu ihtişamlı girişten sonra ders, Claudia'nın alışık olduğu sıkıntıdan öldürücü etkiden hiçbir şekilde nasibini almamış bir akıcılıkla devam etmişti. Gereksiz söz oyunlarından ya da öğrenciler tarafınca önceden hazırlanmış soğuk kahkahalara olan özlem nedeniyle yapılan saçma espriler yoktu, bu da dersin adı her ne kadar yorucu olursa olsun Claudia'nın derse ve Profesöre sempati beslemesine neden olmuştu. İlerleyen dakikalarda dört küçük harfin bir odayı nasıl muhteşem bir ormana çevirebileceğine şahit olmuş, 'büyü' denen olgunun ilk defa bu kadar elle tutulabilir bir şey haline geldiğini farketmişti. Her duyusuna hitap eden ortam artık bir sınıf değil, ormandı. Dudakları bu olağanüstü tablonun verdiği zevkle kıvrıldı, bir süre sonra kendilerine de bu büyüyü deneme hakkı verildiğinde de bu gülümsenin bir benzeri görülmüştü kızın ince çehresinde. Kendisine ayrılan bölmeye girip, dönemin başından beri ruhunun ilk defa böyle bir azimle sarmalandığını hissedince sözcük bir anda ağzından dökülüverdi, asasını tutan eli sanki bunu yıllardır yapıyormuşçasına rahattı. Fakat gördüğü tek şey bir pencerenin kenarında duran beyaz papağan ve o tanıdık, her santimiyle Claudia'ya 'ben buraya aidim' dedirten manzara belirmişti. Hayal ettiğinin sadece çok, çok küçük bir kısmıydı bu, lakin yine de genç kızın heyecanla dolup taşmasına yetmişti. Fazlasıyla gerçekçi olan bu görüntü birkaç saniye sonra silinip gitmişse de bu ufacık başarı kırıntısının verdiği güvenle denemeye devam etti, fakat bölmenin ince tahta duvarları hâlâ aynı durgunlukla görüntüsünü koruyordu.
şu da var falan; - Spoiler:
Dolgun, gül kurusu renkli dudaklarının arasından havaya karışan dumanlara bir kez daha bakakaldı genç kadın. Onların ince ve zarif kıvrımlarının önce yükselişini, sonra teker teker solarak havayla bir oluşları, onu her zaman cezbetmişti. Şu anki gibi bir çatışmanın ortasında bile. İzmariti sıkılgan bir tavırla yere fırlatıp deri çizmesinin topuğuyla ezdi, daha önemli işleri varken birkaç adamın kanını dökmek onun ilgisini çekmese de, kaçıp gidemezdi ya da elindeki bu fırsatı değerlendirmeden onları bırakamazdı. Kazanacağı neydi? Bir çeşit... deşarj. Tabii ki alacağı para, onun bu zahmete gitmesindeki en büyük etkendi fakat nefret ettiği bir şey yapmazdı asla, zevk aldığı da söylenebilirdi bu yüzden. Şizofren bir katil ya da dünyayı kurtardığını sanan meleklerden değildi. Sadece, eh, istediğini yapan bir kadın. Rocìo her zaman için, ne bundan fazlası oldu, ne de azı. Bu olağanlığın getirdiği soğukkanlı, sakin bir tavırla saklandığı harap olmuş duvarın ardından çıktı, gösterişli bir girişe gerek yoktu. Dudaklarının arasına bir sigara daha yerleştirirken sert bir ses tonuyla mırıldandı, çocuğuna kızan bir annenin sözleri. " Abrams, o gördüğüm bir Browning mi? Cidden mi? Aah, hem de altın kaplama. Koleksiyonumda güzel duracak desene, bence saçlarımla da uyumlu olur. " Kibriti parmağının ucuyla söndürüp yere attı, omzuna astığı Steyr SPP onun durumda pek de kullanışlı sayılmasa da -fazla adam, az zaman ve büyük silah- Browning gibi basit bir tabancanın yanında çok daha fazla şansı vardı. Çevikliği ve insan gücünü unutun; Rocìo bir çatışmada tanrıları boşverip silahlara tapardı. Onu ölümden koruyacak olup, diğerlerini köprünün öbür tarafına yollayan güç neydi? Tanrı mı? Komik. Gözünün önüne düşen altın rengi bir saç tutamını kulağının arkasına sıkıştırıp kolunu ileri doğru uzattı, en ufak bir titreme yoktu. Gerisi genç kadının kahkahaları ve yerde yatan delik deşik cesetlerden ibaretti, omzundan aldığı yaranın bir önemi yoktu ya da fazla oyalanmasıyla. İşini temiz yapmak istiyordu belki, bu anlayışla karşılanabilirdi fakat bir bedenin ölümünün gerçekleşmesi için kafadan tek bir kurşun yeterdi çoğu zaman. Rocìo'nun beş kurşunu daha ziyan etmesine ne gerek vardı? Daha fazla eğlence belki. Bundan cidden hoşlanıyordu, ah. Tehlikeli olan buydu zaten, yaptığı şey eğer bir memurun günlük çalışmasına dönüşüp de rutin bir hal alırsa onun kısırlaştırılmış bir kediden farkı kalmazdı belki. Altın Browning'i alıp, omzundaki yaraya atkısını sardı gelişigüzel. Can acısına alışmış olması hoştu.
" Çok komiksin Jankovics. Ben bir dişiyim seni gerizekalı, elbise giyemeyeceğimi mi sandın? " Birlikte çalıştığı adama şımarık bir ifadeyle dil çıkarıp, aynı anda da ayağındaki çamurlu çizmeleri çıkarmaya uğraşarak ortalıkta zıplıyordu. Takdir edersiniz ki Rocìo yetenekli bir kız; çok yönlü. Bu adamla ilk tanıştığında birileri tarafından dayak yiyordu. Faust, rastlantı eseri olanları görüp onları gebertmese belki de Rocìo bir et parçası haline gelene kadar dövülüp, sonra toprağın altına atılacaktı. Bu yüzden ona minnettardı fakat borçlu hissettmiyordu, Faust bir devlet kaçağı olduğu için Rocìo ona gerekli olan her belgeyi sağlamıştı. Yeni kimlik, ehliyet, pasaport ve niceleri. Yeni bir yaşam. O andan beri bir antikacı dükkanı işletmelerinin yanısıra, etrafın işleriyle ilgileniyorlar. Bir mafya çetesi borçlarını alamadı mı? Yoksa zengin ailenin kızı, fidye için mi kaçırıldı? Yok etme işi onlarındı, Roma'da saygı gören tipler olmasalar bile korkulan tiplerdi. Ve böylesi çok daha eğlenceliydi. Birkaç dakika içinde ince, siyah bir elbise ile lekeli, antik bir aynanın önünde dönüp duruyordu. İnce ve hoş bir fiziği olduğu inkar edilemezdi fakat fazla kırılgan, fazla eğreti gözüküyordu bu şekilde. O sıkı deri pantalonlara, gömleklere ve sade bluzlara alışık bir kızdı. Altın Browning karşılığında aldığı şık, zarif, kenarları soluk yeşil dantellerle bezeli kısacık elbiselere değil, kesinlikle değil. Yüzünü buruşturup, karşıda bir koltuğa kurmuş oturan ve kendisini düşünceli gözlerle izleyen adama baktı, soru sorduğunu belli eden kocaman açılmış ela gözleri düşüncelerini dile getirmesi için zorluyordu onu. " İyi ama... Rocìo, ne bileyim, çok tuhafsın. " Ah, hayır. Bu partiye gitmek istiyordu ama ucube bir kadın gibi görünecekse burada oturup katanalarına bakım yapardı, daha iyi. Katanaların her an bir yere batma ihtimali dolayısıyla onlardan nefret ettiğini söylemeye gerek bile yok. " Vay anasını, sanki kadınmışsın gibi. Çok güzel. Muhteşem. Niye bunu bize daha önce söylemedin tatlım? " Faust kendi kendine gülme krizine girerken Rocìo sadece kıkırdayıp adamın karnına bir yumruk indirmekle yetinmişti, şüphelerinin yersiz çıkması hoştu doğrusu. Saçlarını ensesinde zarif bir topuz şeklinde topladı, ki özensiz ve kibar bir görünüme kavuşmuş bu şekil onun beş dakikasını bile almamıştı. Bir parti için travesti gibi dolanacak hali yoktu ya? Oldukça yüksek topuklu, bilekten bağcıklı soluk yeşil ayakkabılarını da giymesiyle fazlasıyla hazır gibi gözüküyordu bu etkinliğe. İyi, hoş. Farkettiği kadarıyla son derece rahatsız ve muhteşem ayakkabılara bir zaafı vardı onun da, demek Faust haklıydı. Gülerek dükkandakileri öptü; iki üç arkadaşı ve bir de kuzeni. Güneş Roma'nın abartılı bir süs ve zerafet içinde dizayn edilmiş krem rengi eski binalarının üstünde kaybolurken yıpranmış tahta kapıyı ardından çekti. Şu anda sadece omzu kirli beyaz bir sargı beziliyle sarılı, sade siyah elbisesi içerisinde yavaş adımlarla ormanlık alana doğru yürüyen ince ve zarif bir kadındı Rocìo. Tuhaf.
Ailesinden rica ettiği takdirde ona gönderilen jete adım atar atmaz tüm benliğini kaplayan kusma isteği, parti alanına gelince geçmeye yüz tutmuştu bile. Ailesinden nefret ediyordu; bayıcı kibarlıklarından ve ah-ne-müthiş-safkanlıklarından ve üç kuruş para için ruhlarını nasıl satabileceklerinden. Gidin bakanlığın kıçını öpün, evet, sizi moronlar. Yine de işi düştüğünde onlardan bir şey istemeye çekinmezdi, çıkarları için yaşayan biriydi sonuçta ve onları tümden reddedecek kadar salak değildi. İngiltere'de çalıştığı sırada edindiği arkadaşlardan bazılarını görünce gülümsemesine engel olamadı, her zaman takındığı o umursamaz ve alaycı maskesinin altında ne kadar de özlemişti onları aslında. Koşup sarılabilirdi ya da kendine bir içki alıp başıyla etrafa mütevazi selamlar dağıtabilirdi. İkinci şık her zaman daha cazip gelecekti genç kadına, şimdi olduğu gibi. Marv, Adras. Onun kızları. Belki biraz sonra gidip yine eskisi gibi onlarla eğlenebilirdi, ama henüz değil. Çok soğuk ve yabancıydı burası ona, elinin altında bir silah bulunmadığı zaman baş gösteren huzursuzluğu, küçük deri portföyünü tutan beyaz ellerinin titremesiyle kendisini Rocìo'ya farkettirip, kısık sesli bir küfür yemişti. Ortamın kusursuz ihtişamını görmezden geldi ve hayatı parlak ışıklarla yaldızların arasında geçmişçesine rahat bir edayla kendisine martini aldı, bir süre etrafta amaçsızca dolaşıp eve mi gidecekti peki? Amacı bu muydu tam olarak? Küçük göğüsleri sayesinde sürekli aşağı kayıp duran askısız elbiseyi bir kez daha yukarı doğru çekiştirdi, tam olarak sayısını bilmiyordu fakat 28472. kez falandı galiba. Tamam, belki de asosyal kabuğunu kırıp çevre edinmesi gerekirdi. Rocìo alanı dolduran şu salak parti kızlarından biri değildi ne de olsa, kahkaha atıp herkesin yanağına hafif bir öpücük konduracak tiplerden olmak da ancak gelecek hayatında, öldürdüğü adamlar yüzünden ona verilecek bir ceza olurdu. Gözleri siyah kumaş parçalarıyla kapanmış iki bayan gördüğü zaman, sürpriz partinin kurbanları olduğunu anlaması uzun sürmedi, acıması mı sevinmesi mi gerektiğine karar veremeyip çözümü diğerleri gibi gülüp alkışlamakta buldu kısaca. Onları tebrik edecekti. Fakat ilk planı Marv'ın yanına gidip, Ell konusunda kızdırmaktı. Gerçi Rocìo'nun salak dalga geçmelerine alışık olan kadın, onu takar mıydı, bilemiyordu. Denemeye değer. Saçma sapan mimikler ve onda sadece komik görünen flörtöz tavırlarla Marv'a yanaştı, risk alıyordu fakat kime ne? " Heey şeker şey. Bir içki içmeye ne dersin? Boş musun? " DN. Kodlar gitti, yazdığım başlık kilitlendiğinden ve wordde bir kopyası olmadığından direkt CP yapmak zorunda kaldım da. | |
|
Ruidoso de'Maréa Müdür Yardımcısı & SYB Profesörü
Mesaj Sayısı : 153 Kayıt tarihi : 13/11/10
| Konu: Geri: jankovics Çarş. Kas. 24, 2010 6:02 pm | |
| Seviyeniz Efsane
İyi eğlenceler | |
|